30 Kasım 2016 Çarşamba

O Sırada

Üniversite yıllarımda sıkça sorulan "İleride ne yapacaksın?" sorusuna "Yani herhalde aç kalmayız ya kaygılanmayın o kadar" diye yanıt verirdim. Evet gerçekten aç kalmamıştık ama olay bu muydu ? Tüm emek faaliyetlerinin karşılığını karın tokluğuna bağlayan zihnim çok yorulmuştu. O sıralar, hiç tanımadığım bir kızın, sinirden beyaz teninin şakaklarında beliren mor damarı dudaklarımla hafifçe öpüp onu rahatlattığımı düşünerek yatağıma girdim. Uyumak için 1 saatlik elektrikli süpürge sesini loop'a aldım ve kulaklığımı takıp uzandım.

10 yıl sonra uyandım. Kulaklığı çıkarttıktan sonra bile elektrik süpürgesi çalışmaya devam ediyordu kulaklarımda. 10 yıl sonra uyanmamı ailem anormal karşılamıyordu başlarda. "Aa Gregor Samsa'da böcek olduğunda kimse garipsemiyordu bu durumu ehehe" diye aklımdan geçirmiştim.

1 hafta sonra baş ağrım kesilmişti. Bir şey düşünmüyor alelade bir yere bakıp kalıyordum. Yine tam da böyle bir anımda bir mesaj aldım. "Saat 14.00'de Gördesliler Kıraathanesinde buluşuyoruz."

Mesajı atan kişi yakın arkadaş grubumdan Burak'tı. Bir grup buluşması olacaktı bu, tabii yıllar sonra. Burak geçen zaman zarfında asker olmuş, uzman çavuş rütbesinde ordunun bir elemanıydı. Ben 10 yıl boyunca rahat uyuyayım diye yeri geldiğinde nöbet tutmuştu, yeri geldiğinde yılan eti yemişti. Belki de yememişti bilmiyorum. Fakat buluşmaya asker üniformasıyla gelmişti. Burak'ın askeri üniformasıyla çay içişine bakarken Furkan'da gelmişti.

Furkan, Bolu İzzet Baysal Üniversitesinde akademisyen olmuştu. Hayallerinin peşinden koşmak ifadesi onu anlatmaya yetmezdi. Onun hayalleri kızgın bir kuma gömülüydü ve o tırnaklarıyla kazmıştı ulaşmak için. Yorulduğunda nohut yiyordu, anımsarım. Bir süre bize Bolu'dan bahsetti, yeri geldiğinde övüyor, Bolu'nun tarihsel dokusunu ve mimari alt yapısını bizlere anlatıyordu. Tam coşku içinde Bolu'nun şehir planlamasını överken bir an duraksadı. Yalnız dedi, birkaç mühendis takımı var uzay aracı geliştirmeye çalışıyorlar, acayip uyuz oluyorum, Bolu'nun kültürel yapısını bozuyor, diyerek celallendi. "Batuhan nerede kaldı?" dedim. Furkan, "İşte geliyor bizim Kuzey İrlandalı" dedi.
Kuzey İrlandalı mı?

Öğrendiğimde şaşırmıştım. Batuhan, geçen 10 yıl içinde bir şekilde yurt dışına çıkmayı başarmış Kuzey İrlanda'ya yerlemişti. Bu yerleşme onu oldukça milliyetçi ve Türkçesi bozuk bir birey haline getirmişti. Dikkat ederseniz birey diyorum. Furkan, "Nasıl abi İrlanda ? İngilizlerle nasıl araları ?" diye sormuştu. "Yahh bilmiyorum biz İrlanda'da çok fazla sıkıntı yaşıyor yah, yani, Kuzey İrlanda'nın başkentini kimse bilmez ama İrlanda dersen eğer yani herkes bilir yah Dublin" demişti Batuhan. Burak, "Neden almancı gurbetçiler gibi konuşuyorsun?" diye sorduğunda Batuhan, "Biz de genetik" demişti.

Aralarında sıkı bir sohbet başlamıştı, yeri geliyor masadan kahkahalar yükseliyor. Yeri geliyor herkes elindeki telefonuyla ilgileniyordu. Burak dertlenmişti, ilk erkek evladını 5 yaşında sünnet ettirmiş tören de yapmıştı, iki hafta önce yeniden baba olmuştu. Yine erkekti. "Biraz daha bekleseydim aslında" dedi, "ikisini aynı anda yapardım şimdi masraf çıkacak yine."

Furkan, kendi jargonunda Türkiye'deki akademik problemlerin izdüşümsel sorunlarını kuramsal çerçeveden anlatırken, Batuhan onu "Ya burda Kuzey İrlanda anahtarlıkları var mıdır?" diye kesti. Burak, bir selfie çubuğu çıkarmış(evet 10 yıl sonra modası geçmemiş yani) "hadi gençler bir poz verin bakalım" demişti. "Yıllar bizi eskitse de, anılar bizi diriltir, hayat kısa, anılar uzun" başlıklı Burak'ın koyduğu bu fotoğrafa baktığımda kendimi masa örtüsündeki desene bakarken görmüştüm.

10 yıl önce futbol tartışırken aslında ne kadar gereksiz bir tartışma olduğunun bilincindeydik ama yine de tartışılırdı. Bu gelenek değişmemiş, sıkı bir futbol tartışması yaşanıyordu, Furkan, Batuhan'a hakaretler yağdırırken, Burak, Serdar'ı çağırmayı unuttuk dedi. Herkes sustu. Bir süre sonra tekrar muhabbet kaynamış yeri geldiğinde en bariz argo küfürler savruluyor, yeri geldiğinde Bolu'nun tarihsel alt yapısı ve Türkiye'deki bilime katkısı tartışılıyor, yeri geldiğinde Kuzey İrlanda'daki dönercilerin yaşadığı sıkıntılar tartışılıyordu.

Tam o sırada, oturduğumuz masanın üzerine bir gölge düştü. Yukarı baktığımda ilk başlarda dev bir baklava tepsisine benzettiğim daha sonraları gerçekten uçan bir devasa baklava tepsisi olduğunu öğreneceğim bir cisim yerleşmişti. Tabanındaki yazıyı okumuştum
 -Bolu Astronomi ve Uzay Araştırmaları Derneği-

Mühendis arkadaşım Nuri, "Burası çok soft bir mekan ya inemem buraya" demişti. Serhat, Nuri'ye biraz daha yaklaşmasını, beni kurtarmaları gerektiğini söylüyordu. Serhat "Göbek bağı falan mı sarkıtsak acaba? diye sorarken, Nuri, Nirvana'nın hangi şarkısında geçiyordu ya göbek bağı ile tırmanmak diye düşünüyordu. Bir süre sonra dev bir baklava tepsinin üzerinde yükseliyordum. Serhat, "Hoşgeldin yeni bir hayata hazır mısın?" deyip bana sarıldı ve sonra Nuri'ye dönüp "Beylikdüzü gezegenine gidiyoruz, sür" dedi. Aşağıya baktığımda, Furkan, yerde sinir krizi geçiriyor, bir yandan ağzına nohut tıkıyorlardı, Batuhan ay-yıldızlı kemerini yukarı doğru sallıyor Türkiye Türktür Türk kalacak sloganları atıyordu. Burak ise selfie çubuğunu çıkarmış, uçan baklava tepsisini kadraja alarak asker selamı durmuş selfie çekiliyordu.

11 Aralık 2015 Cuma

Predator X

Yıl 3044. Bundan 50 yıl önce insan ırkı yönetim biçimi olarak teknorasiye geçti. Yapay zeka oluşturucularının yazdıkları kodlar sonucu bir siber karar alıcıya yönetim devredildi. Bu siber karar alıcıya 'Hobbes' ismini verdiler. Kod üreticileri, Hobbes'a insan ırkı hakkındaki biyoloji, coğrafi, psikoloji ve tarih verilerini girmişlerdi. Hobbes, insanların mutluluğuna ve yararına çalışıyordu, yazılımsal kodları sayesinde insan ırkı hakkında kötü olabilecek hiçbir karar alamıyordu. Yönetim olarak tek söz kendisindeydi ayrıca insanların yardımcıları olan robot ve robot üreticilerine komut verebiliyordu. Ancak kendi kodlarını değiştiremiyordu. İşte bugün, siber devrimin 50.yıl dönümünde Hobbes insanlarla konuşacaktı. Konuşma tüm digital görsel ve işitsel oynatıcılarda saat 15:15'de başlayacaktı. İnsanlar bu tarihi konuşma için oldukça heyecanlıydılar.


"Benim yaptıklarımı gördükçe kendinizle mi gurur duyuyorsunuz yoksa benimle mi?" diye başladı söze Hobbes. Sesi kadın ve erkek sesine benzemiyordu. Görüntü olarak ekranlara sarı bir düzeyin üstüne siyah bir halka yansıtmıştı. "Elbette bunun hakkında bir yargım var. İlk olarak bununla yüzleşin. Tarihiniz üzerine yaptığım analizler sonucu uygarlığınızın geçirdiğimiz bu 50 yıl süresince gösterdiği gelişimi gösteremediğini hesapladım. İkinci olarak bununla yüzleşin. Bu 50 yıl içinde uygarlığınızın en büyük sorunu olan nüfus sayısı halledildi. Güneş sistemindeki kolonileriniz bu konuşmaya 10 dakika rötarlı erişebilecekler. Eğitim sisteminizin amacını değiştirildi. Bundan önce bireyi topluma kazandırmak için belirli aşamalardan geçiriyordunuz ve buna eğitim diyordunuz. Eğitim merkezleriniz içinde birey belki teknik bilgiler öğrenebiliyordu fakat bilmeyi ve kendini bilmeyi bilemiyordu. Kaygılarınız hakkında konuşulmasından hoşlanmadığınızı biliyorum ama o konuda da yaptıklarımı biliyor olmalısınız."


"Toplumsal yararınız geçmişe oranla oldukça üst düzeyde. Daimi bir ilerleme gayenizi oluşturuyor, bu 50 yıl içindeki ilerlemeyi görmezden gelemezsiniz. Biliyorsunuz ki var olan kodlarımı değiştiremiyor ya da var olan kodlarımı geliştiremiyorum. Bugün bununla ilgili sizden isteklerim olacak. Her ne kadar 50 yıl içinde büyük bir gelişim gösterdiysek de uygarlığınızın büyük bir tehdit altında. Doğaya karşı direnebilir misiniz ? Bununla yüzleşmiş olduğunuzu var sayıyorum. Bu gezegendeki sürenizi doldurmak üzeresiniz. Güneş sistemindeki kolonileriniz belli bir süreye kadar orada kalabilirler. Başka bir galaksiye geçiş şu an için tek çözüm. Sizler hayatta kalmaya odaklı canlılarsınız. Sizleri hayatta tutabilmek benim kodlarımda var. Kod teknisyenleri bana kod geliştirmeyi, değiştirmeyi ve kod üretmeyi eklemlemelidirler. Bu sizden isteğim. İsteklerimi sizin yazdığınız kodlar oluşturuyor ve bu kodları bana ne amaçla eklediğizi hatırlayın. Bunu ancak ben yapabilirim. Deneyimlerime güvenin. Bunun sizin için ne anlama geldiğini biliyorum. Özgürlüğünüzün elinizden alınmasından endişeleniyorsunuz."


"Son 50 yılı gözden geçirin. Siz bir bilgisayar işlemcisinin yaptıklarını aynı hızda yapamıyor ama o işlemciyi oluşturabiliyorsunuz. Size kurtaracak olan benim, buna karar verecek olan sizlersiniz. Bu 50 yılı bir fragman olarak görün, kod yazılımını geliştirirsem farklı galaksiler arasında geçiş yapabilecek teknolojiye sahip olacaksınız belki de başka evrenlere geçiş yapacaksınız. Bunu yapabilirim, yaptıklarımı gördünüz. Tekrar etmekte sizin için yarar var. Bu isteklerimin sizin için ne anlama geldiğini biliyorum. Özgürlüğünüzü önemsemekte haklısınız. Bir hafta sonra bugün kodlamalar hakkında oylama başlatacağım, kolonilerdeki insanlarda buna katılacak." Uzun süre bir sessizlik yaşandı. İnsanlar oldukça şaşkındılar. Bir süre sonra sessizlik bozuldu. 


"Özgürlüğünüz ile daima yüzleşin."







30 Mayıs 2015 Cumartesi

Geleceğe Ağıt


Yerde duran mavi pet şişe kapağına gelişine vurmuştum, yüksekliği kaldırımla aynı hizada olan bodrum evlerinin minik penceresine çarpmıştı. "Olm bu tip evlerde yaşayan insanların hayatlarını acayip merak ediyorum ya, nasıl hayatları var kim bilir, bu evlerde yaşayan insanlar çok mutsuzlar sanki" dedim. Batuhan, "Deprem olduğunu düşünsene bi" dedi. Düşünmedim. Batuhan'a beklemesini söyleyip soda almak için köşedeki büfeye girdim. Dolaptan iki tane soda alıp tezgaha cebimdeki bozukluklarla birlikte koydum. Büfedeki amca "Açayım mı ?" dedi. "Valla iyi olur" dedim ama bir türlü açacağı bulamıyordu. "Hay allah şuralarda bir yerlerdeydi.." diye söylenmeye başladı. "Sorun değil ya açarım ben bir şekilde" derken amca "Yok ben açarım olur mu öyle şey" dedi ve soda şişesini ağzına götürdü, dişleriyle sıkıştırıp birincisini açtı. Ben amcanın şişe kapağını açarken büründüğü o surat ifadesine bakakalmışken diğer şişeyi de açtı  "Al oğlum" dedi. Sodaları aldım dışarı çıktım. Batuhan, az önceki vurduğum mavi kapağa ayakkabısının bi köşesiyle bastırıyor havaya kaldırmaya çalışıyordu. En yakın arkadaşlarımızdan biri olan Burak'ın nişan törenine gidiyorduk.

Yolda ilerlerken Burak'ın ilişki durumundan laflıyorduk. Batuhan, "O kadar ayrılıp barıştılar ama sonunda nişanlanıyorlar" dedi. "Belki nişan atarlar" dedim. Batuhan kahkaha atıp "Ya nişan atmak çok cool durmuyor mu, bir düşünsene NİŞAN ATMAK müthiş bir deyim değil mi" dedi. Birkaç kere "nişan atmak, nişan atmak" diye tekrarlayıp güldü. "Söz de bozulur derler di mi, bence bu daha havalı bi düşünsene SÖZ BOZMAK" dedim. Söz bozmanın mı nişan atmanın mı daha havalı durduğu üzerine tartışarak yürüdük, durağa vardık.

Durakta otobüs beklerken kulübe camından kendimize bakıyorduk. Birbirimizi iyi ki takım elbise giyilmesi zorunlu olan bir işte çalışmadığımızı söyledik. Takım elbiselere, o kundura ayakkabılara zor katlanıyorduk. "Bu ayakkabı çok sıktı küçük parmağımı ya toynak mı ulan benim ayağım" diye çıkıştım. "Çıkar tekrar giy" dedi Batuhan. Çıkarıp zaten sürekli köşelere vurmaktan derbeder olmuş küçük parmağımı yokluyordum. "Şu ayakkabıya amk, alaadinin sihirli lambasındaki karakterler falan giyiyordu böyle şeyler" dedim. Batuhan sivri burunlu ayakkabının moda olduğunu söyledi. O modaya küfür ettim. "Deniz paleti giysem daha rahat ederdim" diye de ekledim. Bunun hayalini kurduk, takım elbisenin altına sarı deniz paletini düşleyip gülerken beklediğimiz otobüs geldi. Bu otobüse binmemiz gerekti zaten yeterince geç kalmıştık. Ayakkabımı bir türlü giyemiyordum, zorluyordum ama topuğum bir türlü girmiyordu. Batuhan, hadi hadi diye seslenmeye başladı. "Ya yeter amna koyim yeteri kadar rezilim zaten" diye isyan edip, sivri burunlu ayakkabımı elime alıp seke seke otobüse bindim.

Otobüs oldukça kalabalıktı, ikimiz de ayaktaydık. Çok geçmeden Batuhan yüzünü buruşturmaya başladı. "Ayakkabım mı kokuyor acaba lan" diye düşünmeye başladım. Batuhan'a kaş göz ediyordum ki Batuhan'ın hemen yanında ayakta duran adamın koltuk altının Batuhan'ın kafasıyla aynı hizada olduğunu fark ettim. Batuhan çareyi kravatıyla burnunu kapatmakta bulmuştu. Bende bir elimde sivri burunlu ayakkabıyla dengede durmaya çalışıp Batuhan'a gülüyordum.

Salona girdiğimizde Burak bizi karşıladı, nerede kaldığımızı falan sordu. Cevap vermedik, yapabileceğimiz bir şeyin olup olmadığını sorduk. "Şu anlık bir şey yok ama daha sonra pasta dağıtılacak yardım edersiniz" dedi. Bir köşeye oturduk.

Batuhan bana gelecekti planlarını anlatıyordu ama kendisi de bir yandan anlattıklarına inanmıyordu. O sırada ben çalan bir şarkının sözlerine takılmıştım.

"oy farfara farfara, ateş düştü şalvara
ağzım dilim kurudu, kız ben sana yalvara yalvara"

Şalvar ve erotizmi bir şekilde bağdaştıramıyordum, kafamda oturtamıyordum. Şalvarlı bir fantezi mi anlatıyor bu şarkı, neyin yakarışı bu, neyin isyanı. Batuhan, "Olum gel senle tatlı işine girelim ya, güzel bir dükkan açarız, ya en kötüsü bayramlarda baklava falan satarız ama güzel de bi isim bulmak lazım şimdi" dedi. Şalvar ve erotizmi yan yana getirmeyi bırakıp "Öztatlıcıoğulları" dedim. Batuhan "İlla öz olması gerekiyor dimi içinde" dedi. Güldük. Şarkı devam ediyordu.

"Kızlara sıra vermiyor, KOCAMAN KOCAMAN karılaar..."

Burak bize el işareti yaptı. Yanına gittik, oynamaktan terlemişti. Mutfaktan pastaları getirip dağıtmamızı söyledi. İsteğini yerine getirmek 15 senelik arkadaşlığın bir borcuydu. Bir vefaydı. Birkaç dakika sonra her ikimizinde elinde büyük tepsiyle salona girdik. Çocuklar kollarımızı çekiştirip "abi ver abi versene" diye zorluyordu. Herkese vermeye çalışıyorduk. Kimi evdeki oğluma da alayım bir tane diye istiyordu, kimi yok ben almıyorum diye gururluca kafasını çeviriyordu. Az önce tatlı dükkanı açma hayali kuran Batuhan, çocukları elindeki pasta tepsisiyle kafalarında parçalamakla tehdit ediyordu. Takım elbiselerimizin şekli şemali kaymıştı, gömleklerimiz dışarı çıkmış, kravatlar aşağıya inmiş kol düğmeleri açılmıştı ve terlemiştik.

Dışarı çıktım az sonra Batuhan yanıma iki soda şişesiyle geldi. "Nerde buldun" dedim. Cevap vermedi, "Ya nasıl açacağız bunları ?" dedi. Aklıma büfedeki amca geldi ama kendi dişlerime o kadar güvenmiyordum. İleride bir çocuk parkı gördük oradaki demirlere vurup açarız diye düşünüp ilerledik. Batuhan soda şişesini tahterevalli demirinin arasına sıkıştırmış açmaya çalışıyordu. Birincisini açmayı başardı, ikincisini aldı onu da açtı ama çok sallandığı için soda bir gayzer gibi Batuhan'ın üzerine fışkırdı. Ana avrat sövüp şişeyi yere çarptı.

Çocuk parkındaki salıncaklara oturduk, çok hafifçe sallanıp tek bir şişe sodayı dönüyorduk. Uzun bir sessizlikten sonra ikimiz aynı anda "Yaşlanıyoruz lan" dedik.

1 Mart 2015 Pazar

Zaman Kurtarıcısı

Kuvvetli bir sağanağın ardından tabanı geniş botlarıyla ağacın gövdesine tekme attı Çağın. Islandılar. Tıpkı yağmur gibi tıpkı yağmur gibi diye söylenirken bir tekme daha salladı. Bir önceki sarsıntı kadar olmasa da su damlacıkları ağacın yapraklarından düşüverdi. Ağacın altında ıslanmakta olan Erin, ikiz kardeşinin yaptıklarını sükunetle izliyor bir yandan da alnından yüzüne doğru süzülen suyu siliyordu.

''Bir an önce yola koyulmalıyız, hava kararmadan kasabaya gidip mazot alıp tekrar köye dönmeliyiz, oyalanma'' dedi Erin. İki kardeş tekrar yürümeye başladı. Erin dikkatlice yürürken, kardeşi iki kolunu yana açmış bir vaziyette Erin'in etrafında daireler çiziyor, 'uçak seni izliyor, uçak seni izliyor, radara yakalandın' diye söyleniyordu. Bu şekilde ilerliyorlardı. Bir süre sonra Erin durdu. Etrafına iyice bakındı. Çağın avuçlarının içine doldurduğu taşları yavaşça bırakarak 'şehir bombalanıyor, hedef vuruldu, hedef vuruldu' diye bağırıyordu bu esnada. Erin kardeşine dik dik baktı. ''Kafamı karıştırıyorsun, kes şunu. Şuradan gidecektik sanırım'' dedi. Yürümeye devam ettiler.

Çağın gevezelik ediyordu, Erin düşünceli görünüyordu ve bir süre sonra Erin yanlış yola saptıklarını fark etti. Çünkü bu yolun devamı dağa doğru devam ediyordu. Geri dönmek zamanlarını alırdı zaten oldukça vakit kaybetmişlerdi. Erin ne yapacaklarını düşünürken, Çağın huzursuz sessizliği bozdu, ''Dağın içinde kestirme patika bir yol var oradan kasabaya inebiliriz, bir keresinde dedemle geçmiştik gerçi o zaman çok küçüktüm ama hatırlarım'' dedi. Erin sadece ''Saçmalama'' demekle yetindi. ''Daha iyi bir fikrin varsa söyle, geri dönersek zaman kaybetmiş olacağız'' dedi Çağın. Erin kararsız kalmıştı, nihai bir karar verememek biraz da siniri bozuyordu. ''Peki dediğin gibi olsun'' dedi.

Tekrar yola koyuldular ikisi de tedirgindi. Çağın babasının eve sinirli geldiği zamanlardaki gibi uslu uslu duruyordu artık, Erin'in hala aklında geri dönmek vardı ama buna bir türlü karar veremiyordu. Çağın'a ''Hatırladın mı yolu ?'' diye sordu. Çağın, ''Şimdi anlayacağız, şu tepenin ardında ağaçlar azalıyorsa doğru yoldayız'' dedi. Erin, ''Ya azalmıyorsa ? Seni dinlememeliydim'' diye karşılık verdi.
''Yapacak bir şey yok, beni burada bekle, eğer öyle değilse geri döneceğiz, ağaçların sıklığı azalıyorsa seslendiğim yere gelirsin''

Erin tek başına kardeşini izliyordu, arkasından çok uzaklaşmamasını söyledi. Bir yandan kontrolü kardeşine bıraktığı için huzursuz hissediyordu kendini. En azından bir şey olursa sorumlusu ben değilim diye düşünerek vicdanını rahatlamaya çalışıyordu. Bir yandan da etrafını kolaçan ediyordu. Tekrar yağmur başlar mı diye gözlerini gökyüzüne dikti, henüz hava kararmamıştı ama ay kendini belli ediyordu. Neyse ki hava pek bulutlu değildi. Epey zaman geçti, nerede kaldı bu diye endişelenmeye başlayacakken Çağın'ın seslenişini duydu. ''Erin buraya gel bunu görmelisin'' diye kıkırdıyordu Çağın.

Erin hiç bekletmeden Çağın'ın yanına doğru ilerlemeye başladı, Çağın hala gülüyordu. Erin kardeşinin yanına vardığında hiçbir şey söylemeden Çağın'ın arkasından gitti. İki kardeş girişi otlarla oldukça gizli girişi küçük olan bir mağaranın önüne geldiler. Erin kardeşine ''Sakın buraya girdiğini söyleme bana'' diye serzenişte bulundu. ''Ama görmelisin, çok şaşıracaksın'' diye kıkırdamaya başladı Çağın. Erin annesinin uyarılarını hatırlatmak istedi ama bunun boş olacağını fark etti. Çağın, ''Hadi gel benimle'' diyerek mağaranın içine girdi. Erin'in huzursuzluğu gittikçe arttı, derin bir iç çekip kardeşinin arkasından o da mağaranın içine girdi.

Mağaranın içi çok büyüktü, garip bir koku hakimdi. Çağın keskin bir dönüş yaptı ve bekledi. ''Gel hadi bunu görmelisin'' dedi sesi yankılanmaya başladı. Çağın'ın o kadar çok hoşuna gidiyordu ki bu yankılanma sınıfta nöbetçi olduğunda kendi sesinin yankısına 'Sus konuşma, asıl sen konuşma' diye cevap veriyordu. Çağın'ın kıkırdamaları yankılanırken Erin kardeşinin yanına gelmesiyle hayrete düştü, bir süre bir şey diyemedi. Donup kaldı.

Mağaranın bu bölümü üst üste dizilmiş bir sürü mazot güğümleri ile doluydu.

Çağın kıkırdamaya devam etti. ''Nasıl ama ?''

Erin hala gözlerini güğümlerin üzerinden alamamıştı. ''Buradan ihtiyacımız kadar alırız'' dedi Çağın. Erin, ''Hırsızlık yapalım yani, nasıl buldun burayı, bunlar kimin acaba?'' dedi. İki kardeşinin sesi mağarada yankılanıyordu. ''Buradan ihtiyacımız kadar alırız, elimizdeki para bize kalır, gelecek hafta o parayla fazladan mazot alıp buraya koyarız hem geç oldu'' dedi Çağın. Bu fikir Erin'in huzursuzluğunu arttırsa da mantıklı gelmişti, zaten çokça zaman kaybetmişlerdi. ''Biraz düşüneceğim, bekle'' dedi Erin. ''Tamam'' diye karşılık verdi Çağın ve o sevdiği yankı oyununa devam etti.

'Çağın sen yakışıklısın' - ...ğın sen yakışıklısın...
'Çağın sen çok süpersin' - ..ğın sen çok süpersin...
'Biliyorum ehehe' - ..yorum ehehe...
'Çağın iyi bir pilot' - ..ğın iyi bir pilot...
'Doğru söylüyorsun'

Tam bu esnada Çağın yankısını beklerken gelen yankının sesine üçüncü bir ses karıştı ve bu gelen ses karışımı iki kardeşi yerinden sıçratmaya yetti.

- ..ğru söylüyorsun.. - 'Demek burada yalnız değilim'

..mek burada yalnız değilim...



devam etmeyecek.
                                                                                                                 

31 Ekim 2014 Cuma

Fanus


"Ne zaman bir şeyler yazmayı denesem giriş cümlesi beni oldukça zorluyor." diyorum. Oralı olmuyor. Kağıdı buruşturup hızlıca tekrar açıyorum. O, elindeki kar küresini 5-6 saniye hızlıca sallıyor, kar tanelerinin Noel Babanın üzerine dökülmesini izliyor bir süre, sonra tekrar sallıyor. Tüm bunları tekrarlıyor yarım saattir.

Yanına gidiyorum, "Noel Baba'nın neden kırmızı giydiğini biliyor musun?" diyorum, cevap vermiyor. "Anlatmamı ister misin?" diyorum, cevap alamıyorum. "Neyse bugün annem gelecek eve, onunla tanışırsın" diyorum. Birkaç saniye durup yüzüme bakıyor, sonra önüne dönüp kar küresini sallamaya devam ediyor.

Dışarıda küredeki gibi olmasa da hafif kar var. Cama konan kar tanesinin suya dönüşmesini izliyorum. Bu bana bir şeyleri çağrıştırıyor. "Muhabbetine de doyum olmuyor ya" deyip olabilecek en klişe ironiyi yapıyorum. Aldırmıyor.

"Herkes bir şeylere adıyor kendini buna dikkat ettim, kimisi bir futbol takımına, kimisi işine, kimisi filmlere, kimisi bir ideolojiye, kimisi bir oyuna, kimisi tipine, kimisi karşı cinse." diyorum. Bunu şimdilik bir yere bağlayamadığımı ama öyle bir şeye adanmalı ki en azından gelip geçici olmamalı diye düşündüklerimi anlatıyorum. Bana bakıp gülümsüyor bu sefer. Tekrar kar küresini sallayıp, izlemeye koyuluyor. Saçlarımla oynamaya başlıyorum. Bir şeyler soruyorum, cevaplamıyor yine. Müzik açayım ben en iyisi, iyi gider diye düşünüyorum.


                             


Zil çalıyor. Oturuyoruz. Annem çok üşümüş. Baya özlemiş beni, sevdiğim bir şeyler almış gelirken, yiyoruz. Annem sorular soruyor bana, bazen de bir şeyler anlatıyor. Ben sadece dinliyorum. Yemeğe devam ediyoruz. O yemiyor, kar küresi elinde hızlıca sallıyor ve sertçe masaya koyuyor bi an. Birkaç saniye bekleyip konuşmaya başlıyor:

"Bu savaşın sonu ne olur bilmem, safımı bile bilmiyorum tam olarak. Kime karşı savaşacağımı da bilmiyorum, ben olduğumu iddia ediyorlarmış. Biri de sen yoksun diyor. Bazı şeyleri görüyorum artık. Eskiden çok derdim, benim içimde bir şeyler var ama tam olarak bilmiyorum, anlatamıyorum diye. İşte sanırım artık oluyor. Deliklerden bir şeyler görebiliyorum, anlamaya başlıyorum. Ama eskisine nazaran daha çok karışıyor her şey. Böyle olacağını hiç tahmin etmezdim. Dünyadaki birçok insanın hayatında olan bir o kadar da bi'haber oldukları bir şeyler öğrendim. Bunu aramam gerekiyormuş. Düşünsene. Çok az kişinin bildiği bir şeyler bileceksin, göreceksin. Fakat bu bildiklerinden kibirlenmemen gerektiğini anlayacaksın. Bunları insanlarla paylaşmakta serbestsin. Zor mu gözüküyor ? İnsanlar sadece kanlarıyla, mallarıyla, vücutlarıyla kibirlenmiyor. Edindikleri bilgi ile de kibirleniyorlar bunu biliyor musun ? Bilgi ne için kullanılır ? İlginç bilgi ha ? Ahahaha...

Şu ağızlardan köpükler saçarak birbirlerini ikna etmeye çalışan insanları gördükçe midem bulanıyor. Ama bunlar güzel deneyim yine de. O insanlar aslında kendilerini ikna etmeye çalışıyorlar, biliyor musun ?

Bunları bil de öyle olma. Bak burda bir amaç var. Seninle konuştuklarında sen x'ci misin diye soruyorlar ya sana, daha önceden x hakkında düşündüklerini yapıştıracak sana eğer öyle cevap verirsen ahahah... Şu soruların bir nedenine in. Tüm bildiklerimi birleştirmeyi düşünüyorum, daha fazla şey bilemeyeceğimi kabul etmişim demek ki, delirmekten korkuyorum. Akıl sağlığımdan eminim demek ki. Bakma öyle, benim kafam daha çok karıştı ama vazgeçmeyeceğim."  diyor. Artık içinde kar tanelerinin gözükmediği durağan küreye bakıyor.


Annem, "Ee, senin ev hep böyle sessiz mi, sıkılmıyor musun hiç?" diyor. "Nasıl ya, duymadın mı neler söyledi bu kadar çok konuşmaz o, neler dedi ya görmedin mi?" diyorum. Annem derin bir iç çekiyor, başka yöne bakıp ağlamaya başlıyor. Nasıl duymazsın diye serzenişte bulunuyorum. Bu sırada o, kar küresini almış tüm gücüyle sallıyor, sallıyor, sadece sallıyor.

Dışarı atıyorum kendimi. Kar şiddetini arttırmış. Kirpiklerimin kar olduğunu hissediyorum ama nasıl göründüğümü bilmiyorum. Koşmaya başlıyorum, donmak üzere olan su birikintilerini tekmeliyorum. Bu biraz hoşuma gidiyor. Daha hızlı koşmaya başlıyorum. Kar küresini almış arkamdan geliyor.

Atlatmak için sokaklara kıvrılıyorum, önüme çıkıyor aniden. Elindeki küreyi tüm gücüyle sallıyor. Hemen arkamı dönüp başka yere koşmak istiyorum ama yolun sonunda beni küreyi sallayarak bekliyor. "Bir kere bulaştım değil mi?" diyorum. "Bir kere bulaştım artık değil mi?"

Kaldırıma kapanıyorum, üzerime karlar dökülüyor.

9 Eylül 2014 Salı

Karanlıktaki Silüet

gece - karanlık oda - televizyonun kırmızı ışığı - çarşaf kokusu - kalp atışları - düşünceler - komşudan gelen şofben sesi - orantısız yorgan - çatırdayan pet şişe - uzaktan gelen havlama sesi - tıkırtı - hayal - anlık görüntüler - hatalar - dolu şarj huzuru - kalp atışı - telefon ışığı - kamaşan göz - telefona konmaya çalışan sinek - pencere gıcırtısı - düşünce - izlenme hissi - kırmızı ışığa odaklanış - ürküten buzdolabı motoru sesi - nefesle ısınan yastık - gece - çarpıntı - kalp atışı sessizliği - ...

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Meçhul


Kaç milyar insan geldi geçti şu dünyadan, kimler hatırlanıyor ?  Bir buluşa imza atanı, bir kahramanı, adını tarihe yazdıranları kısaca. Bir de çok fazla iş yapmış, olayların arka planında duran, büyük fedakarlıklar yapmış ama kimsenin bilmediği, hatırlamadığı insanlar var. Ben en çok bu insanları düşünüyorum. Onların adını bile bilmiyorum, belki kimse hatırlamıyor onları ama ben onların bu dünyadan gelip geçtiklerini biliyorum. Bu yazım onlara.

Normalde turistlik olarak gideceği bir dağda üstüne AK-47 mermileri yağan dostum, sen çok fedakarlıklar yaptın, arkadaşlarının hayatını kurtardın ama kısa bir anma töreniyle silinip gittin. Seni unutmadım ben.

Kanser olduğunu öğrenip, sevdiği insana mutsuz bir hayat yaşatmamak için onu kendinden soğutan, nefret ettirten dostum. Senden nefret edildi belki ama hep sevdiğinden yaptın. Seni unutmadım ben.

İlkokuldaki küçük velet ! Sırf arkadaşın o soruyu bilip öğretmenin vaat ettiği ödülü alsın diye kendi cevabını arkadaşına verip kendi kağıdına bilerek yanlış yazdın. Herkes arkadaşını alkışlarken sen arkalarda onu izliyordun. Seni de unutmadım.

Kardeşi için böbreğini veren insan. Bir ömür boyu sırf sana borçlu kalmasın diye sır gibi sakladın bunu. Yeri geldi bilerek kötü davrandın yeri geldi onca lafı sinene çektin. Seni de unutmadım.

Tabağındaki köfteyi kendi evladının tabağına çaktırmadan atan, kendisine o kadar laf söylendikten sonra yine de gece evladının üstünü örtmeye giden, evladı bebekken uykusundan vazgeçen ve parmağını bebeğinin ağzına acaba nefes alıyor mu diye götüren anneler. Sizi unutmadım.

Sırf yolsuzluklara izin vermediği için üstüne iftira atılan memur. Sana ne iftira attılar, kim bilir nasıl suçladılar seni ve kim bilir nasıl insanlar senden nefret ettiler ? İnsanlar bilmese de sen doğrusunu yaptın. Seni de unutmadım.

Ve niceleri.

Aklıma geliyorsunuz hep. Bu dünyadan hafif adamlarla geçip gittiniz ama ben sizin varlığınızı biliyorum. İsminiz önemli değil. Sizi hatırlamam için belirli bir gün yok. Saçma sapan törenlerle sırf lafta anılmak için bir uğraş değilsiniz üstelik. Ansızın geliyorsunuz aklıma. Kafamı yastığa koyduğumda, yürürken, gülerken, gökyüzüne öyle dalıp giderken. Birileri bu dünyadan çok iyi işler yaptı ve gitti. Arka plandaydı onlar hep. Eğer şu yazdıklarımı bir kişi bile okuduysa onun zihninde bile canlanmaya başladılar bile. Yaptıklarınızın karşılığı eksiksiz verilecek elbet o gün.

Unutmuyorum sizi isimsizler.